12 Ocak 2016 Salı

Tiki Erkekler

      Konumuz tiki erkekler. Evet evet yanlış duymadınız. Malesef ki son yıllarda yeni bir erkek türü ortaya çıktı. Bu türden olanlar genelikle tehlikesiz olmaktadır. Tek zararları insanların göz zevkini bozmak olan bu canlılar, instagram ve facebook gibi sosyal ağları etkin kullanmakta olup takipçi sayılarını artırmak için yapmadıkları şebeklik yoktur. Beyinlerinin yarım küreleri sadece gösteriş, kılık kıyafet ve pahalı mekanlarda "check-in" ve "selfie" yapmak için programlıdır. Onları en basit saçlarından tanıyabilirsiniz. Hafif uzun arkaya doğru ya da hafif yana atılmış ve tuhaf bir parlaklıkta olan bir saç modeline sahiptirler. Metroseksüel erkeklerle karşılaştırılmaktan hiç haz etmezler tiki erkekler; çünkü onlar kendilerini maço ya da bir zamanların Don Juan'ı sanarlar. "Saçlarım şekil önümden çekil" tarzında fotoğraf çektirirler ve tabi ki de paralarıyla hava atmaya bayılırlar. Gece klüblerindeki içki şisesi, bir kaç tane redbul ve meyve tabağı olan fotoraflar paylaşmayı vatani görevden sayarlar.
      Tavsiye: Uzak durun.
      Gözlemlerime göre bencil, ben merkezci ve çıt kırıldım oluyorlar. Onun dışında beyinleri farklı yönlere odaklandığından normal bir diyalog kuramıyorsunuz, sizi anlamazlar yani.
      Erkek dediğin şöyle şöyle olacak modlarına girmeyeceğim. Herkesin kendi zevki ama en azından bana göre doğasına aykırı davranmasın. Beyler oldu olacak dudak büzüp fotoğrafta çekinin. Haa ayrıca o "skiny" dediğimiz pantalonlar ince bacaklı insanlara için, bazılarınızda içlik don gibi duruyor. Roller mi değişiyor yoksa? Yeterince kadın var bunu yapan size gerek yoktu vallah. Onlar çok mu normal? Yoo ama en azından bu kadınsı hareketler bir kadında sizdeki gibi sırıtmıyor.
Saygı ve hayretle,
İmza Delirium.

11 Ocak 2016 Pazartesi

Doğmadan Kocayanlar

      Uzun süredir yazmadığımızın farkındayım. Bahanemde hazır; hayat telaşı. Aslında bu bir bahane değil, bir kaçış, bir kurtuluş. Çünkü bu gerçekleştiremediğim hayallerimin beni suçlamasına savunmam. Bunu sadece kendimi haklı çıkarmak için uyduruyorum.
      Aslında gerçeklik payı da var. İstanbul yorucu bir şehir. İster işiniz evinize 10 dakika yürüyüş mesafesinde olsun ister 2 saat yol gidin; her halükarda gün sonu yorgunsun. Nasıl bu kadar emin konuştuğuma gelirsek; yeni yıl için annem geldi memleketten ziyarete. Kadın sürekli evdeydi, malumunuz kar kış. Bir sabah kahvaltıda bana dedi ki "Bu nasıl şehir sabah kalktığımda bile yorgunum.". Ve işte her şeyin özeti olan cümle bu.
      Yine kendimi aklıyorum, şu an vicdanım çok rahat olmalı değil mi? Çalışmadığım ders, isteyip de yapamadığım içimdeki ukte ve ileriye dönük hayallerim için bugünden atmam gereken adım; işte hepsinin sesini kestim içimde. Ama neden huzurlu değilim? Neden mutlu değilim? Akladım pakladım işte kendimi. Neyime yetmiyor? Çünkü böyle olan bir hayat, sülük gibidir. Acıtmaz, rahatsız etmez ama bir taraftan da yavaş yavaş kanınızı emer. Başta iyidir, biraz kan kaybı iyi gelir. (Biliyosunuz tedavide kullanılır) Peki ya daha sonra, tüm kanınız tükendiğinde? İşte o zaman yürüyen ölüleriz. Hayat telaşı içinde, hayatın yorduğu, hayatı da hiç yaşamamış ölüler.

"Önünü alamıyorum bu kör gidişlerin yollarda
Herkes bir yere gidiyor önünü alamıyorum
Çaresiz direniyorum bu dönüm noktalarında kimse elini uzatmıyor
Bir gürültülü yaşamağa gidiyor dünya boşalan bir deniz gibi
Bu sesler ormanında kaybolan bir çağ bu. 
Nereye gitsem hep apartmanlar çıkıyor önüme
Alıp başımı duvarlara çarpıyor bu yollar
Gidip gelmelerim bu dar sokaklarda
İnsanların koşup durduğu bu dar yapılarda
Bir kısır döngüye girmek için bütün çabalar
Biz bunun için mi geldik. 
Adil Erdem BAYAZIT"

      Asıl önemlisiyse kabulleniş. Hiç kimse bir çılgınlık yapayım demiyor. Canlanmak için çaba göstermiyor. Çünkü bizim güzel bahanelerimiz var arkasına sığındığımız. Ha, bir de şu ertelemelerimiz. İleride kesin yaparız (!) Ben ilköğretimdeyken Doritos'un bir kampanyası vardı; TYTZ (Tam Yeri Tam Zamanı). Hatırlayanınız var mı bilmem. İşte bir gün cipsten çıkan kartta bir cümle "Başlamak bitirmenin yarısıysa ertelemek vazgeçmenin yarısıdır.". Olay bundan ibaret.
      Gelelim fasulyenin faydalarına. Çünkü burdan başka bir şey çıkmaz. Bugün bir çılgınlık yapıcak mıyım? Hayır. Peki yarın? Hayır. Var olan düzenim aynen devam edecek. E, kendim dinlemezken öğüdümü başkası niye dinlesin ki? Yine de ben bu yazıyı buraya bırakıyorum. Belli mi olur belki bir okuyanın çılgınlık yapası tutar.

Sevgilerle, Delirium. 

6 Kasım 2015 Cuma

İNSAN

      Uzun zamandır yazmıyorum, belki de yazamıyorum... Kalbim, aklım durdu çünkü. Çok fazla İNSAN kaybettik, çok fazla genç İNSAN öldü son dönemde. İNSAN olmak ne demek? Bu soruyu sordum bu günlerde kendime. Doğarsın, ailenin değerlisi olursun, sana vicdani değerleri öğretirler, dini, terbiyeyi, görgüyü, insanın insana acıması gerektiğini öğretirler. Büyürsün, okula gidersin, orada sana topluma faydalı bir İNSAN olmayı öğretirler, arkadaşların olur onlardan paylaşmayı öğrenirsin, sonra biri seni sever sen onu seversin ondan da aşkı öğrenirsin. Sonra? Sonra ne olur? Normalde iste okulunu bitirirsin, çalışmaya başlarsın, bir aile kurarsın, sonra sende bir insan yetiştirirsin. Ama bazılarımızın öyle bir şansı olmuyor işte... Bu yıl içinde çok fazla ölüm haberi gördüm. Doğal bir süreç ölüm ama bu zamansız gelirse çok acı, hele hele senin hiç bir suçun yokken gelirse çok daha acı. Politik bir yazı değil bu; sadece anlamaya, anlam vermeye çalışmak. Ankara'daki patlamadan sonra ülke yasa boğuldu nedeni gencecik insanların ölmesiydi. Onlar o doğal süreci bitiremeden çok zamansız bir şekilde gittiler. Nedenlerini kimse bilmiyor ya da biliyor ve susuyor. Tam bu durumu hazmetmişken (hoş böyle bir şeyi hazmedebilir misin ya da unutur musun orası da şüpheli) bir haber aldım, kendi memleketimden geldi bu sefer bu acı haber. Yine ölüm yine yaşaması gerekenleri yaşayamadan giden bir sürü insan ve onlarla ilgili çıkan haberler. Suçlu arıyoruz, aslında boşuna arıyoruz bulamayacağız o çok belli bir şey, içten içe biliyoruz ama elden bir şey gelmiyor işte ama en azından o İNSANLARA bir şeyler borçluyuz. Ama bazılarımız vicdani değerlerini kaybetmiş, bazılarımız ölümün suçunu ölenlerde buluyorlar. Bu kadar mı aç ruhunuz sevgiye? Bu kadar mı duygusuz ve taşlaşmış bir kalbiniz var? Romanya'da bir patlama oldu ve 93 gencecik insan bir gece klübünde yanarak can verdi, yaralıların sayısını hatırlamıyorum bile. Türkiye'de çok gördüm ölenleri suçlayanı, klasik soru "Ne işi vardı ki orada?", "Orada olmasaydı ölmezdi.". Burada beni artık hiçbir şey şaşırtmıyor. Cümlenin saçmalığına bak, ölüm şaşırtmıyor diyorum resmen geldiğimiz nokta bu ama ne yazık ki Romanya gibi sözde Avrupai düşüncelere sahip olan kişilerden de aynı mantığı, aynı şerefsizliği, aynı vicdansızlığı beklemezdim. 
      Orada ne işleri vardı? Bu mu yani, bu kadar mı? Başka diyeceğiniz, başka suçlayacağınız kimse yok mu? Çok merak ediyorum siz nereden bu kadar İNSAN olmamayı öğrendiniz?

14 Ekim 2015 Çarşamba

Benim Güzel Hatalarım Var – 1

      Sürekli insan hatalarından ders çıkarmalı derler. Bende bir sıkıntı var herhalde çünkü ben bunu bir türlü başaramıyorum. Sürekli aynı hataları tekrar edip duruyorum; aynı dik başlılıkla, aynı inatla ve her zaman olduğu gibi hata yapmayı kendine yediremeyen egomla. Hayat pişmanlık duymak için çok kısa bence. Kendimi yiyip bitirmem de bir işe yaramıyor. Ama tüm bu bilinç kendimi yediğim gerçeğini değiştiremiyor. Hata yapıyorum, pişman oluyorum sonra aynı hatayı tekrarlıyorum. Hayatım, bir kısır döngü adeta. Mantıksızlığın dibini sıyırmaktayım.
      Bu konuya nerden geldik dersek; Kişisel Gelişim Kitapları. Hiçbir boka yaramıyorlar. En azından benim açımdan. Bu kitaplar sayesinde hayatında yeni bir sayfa açabilen varsa kendisini tebrik ediyorum. Çünkü bence lafta kolay uygulamada zor şeyler. Orda yazmış adam “Kendini Sev”, aman ne güzel kolaysa gel sen sev. Ben beceremiyorum. Kendimi kusursuz göremiyorum arkadaş, olmuyor. Ya da “Pozitif Düşün”, ben Türkiye’de yaşıyorum bunun farkındasın değil mi? Hayatım zaten negatif, ülke şartları da bu konuda çok yardımsever değil yani.
      Ben de hatalarımı yazıya dökmeye karar verdim. Gün olur devran döner, yanılır şaşarım da belki ders çıkarırım diye. Bir kenarda bulunsun. Belli mi olur işe yarar belki.
      İlk olarak ben obsesifin tekiyim. Bir şey yapıyorsam en iyi şekilde olmalı. O iş bittiğinde herkes takdir etmeli, tebrik etmeli, imrenmeli. Bu durum bir insanı ne kadar yıpratıyor bir tahmininiz var mı? Mükemmeliyetçilik kadar başa bela bir şey yok. Sinirden kuduruyorsun işler istediğin gibi gitmediğinde. Ve sürekli kendini hırpalıyorsun. Büyük işlerde gerçekten güzel sonuçlar doğuruyor ama dedim ya ben takıntılıyım bu konuda, eğer böyleyseniz; çok gereksiz, çok önemsiz işlerde bile aynı acıları çektiriyorsunuz kendinize. En kötüsü bu acıları çektiğinize değmeyeceğini bilmek.
      Bir de sabırsızlığım var ki düşman başına. Bir şey olacaksa hemen olmalı. Uzun vadeli, meşakkatli işlere hiç gelemiyorum. “Bir yıl sonrasını düşünüyorsan tohum ek,/ Ağaç dik on yıl sonrası ise tasarladığın,/ Ama yüzyıl sonrası ise düşündüğün, halkı eğit.” Kuan-Tzu’nun (Çinli ozan) bu şiirini hepimiz duymuşuzdur. Tam böyle olmasa da benzer versiyonlarını, sonuçta çeviri. İşte ben tohum bile ekemeyen insanım, daha doğrusu tohum eksem onun bir aya mahsulünü toplamak isterim. Bir yıl beklemek hiç bana göre değil. Hani insanlar bir şeyler yapar eder ve tüm bunlar geleceğe yatırım gözüyle bakarlar ya. Benim açımdan gelecek yarındır. Yani bugün bir şeyler için çaba harcıyorsam (ki bir şey yapacaksam baya çabalarım); yarın sonuçlarını görmem lazım. Nasıl anlatsam ki; bir değişiklik görmezsem şevkim kırılıyor, hevesim kaçıyor. Ama şunun da bilincindeyim, güzel şeyler öyle ha deyince olmuyor. Emek istiyor, zaman istiyor.
      Kendimle ilgili daha 2 şeyden bahsettim ama büyük ihtimal siz benim başta bahsettiğim mantıksız kısır döngü olayını anladınız. Verdiğim vaazlarda çok mantıklıyım ama iş uygulamaya gelince dünyanın en mantıksız insanı benimdir herhalde. “İmamın dediğini yap, yaptığını yapma.” hayatımın özeti.
      Daha listem uzun, şimdilik ben burada bırakıyorum ve üç nokta koyuyorum…
Görüşmek üzere, Delirium.   

27 Eylül 2015 Pazar

Sevmek mi Sevilmek mi?

      Seni seveni mi senin sevdiğini mi seçersen daha mutlu olursun?
      Şu günlerde kafam gerçekten karışık. Bir insanı seversin onun için her şeyi göze alırsın ama o seni sevmez ya da senin istediğin gibi bir sevgi olmaz o. İtekleye itekleye yılları devirirsiniz sadece. O senin yanında rahatlıktan kalır, sen de onu bırakamazsın. Öyle zaman geçer sen kendi sessizliğine, umutsuzluğuna, mutsuzluğuna gömülürsün. Sonra o öyle bir şey yapar ki seni bir kez daha yıkar. Artık o da sessizliğini bozmuş, sevmediğini anlamış, sen yokmuşsun gibi davranmaya başlamıştır ama ayrılmaz da senden. İşte o anda birisi çıkar karşına, belki geçmişinden birisi ve der ki sana “Ben artık buradayım. Yanındayım. Yaralarını sarabilirim.”. O an anlarsın gözlerinden, tavrından, seni gerçekten sevdiğini çünkü sana senin sevdiğine baktığın gibi bakar. O zaman ne yaparsın? Sevdiğinle mi yoksa seni sevenle mi devam edersin? Hangisi daha doğru hangisi daha mantıklı? Mantıklı olan seni mutlu edeni seçmendir tabi ki. Peki ya mutluluk kimin yanında güzel? Şimdi bazıları diyecek ki beni seveni seçerim, bazıları diyecek ki beni sevmiyor diye ben sevmekten mi vazgeçeceğim. Ben beni sevenle devam etmeyi seçtim. 4 gün denedim, yapamadım, olmadı. Her istediğim oluyor, bana onun yaşatmadığı şeyleri yaşatıyordu. Evet, sonunda seviliyordum ama yine de mutsuzdum. Buradan şunu çıkartmayın, seni sevenle de mutlu olunamuyormus demeyin. Herkes aynı değil ki belki siz mutlu olursunuz, deneyin. Ben denedim olmadı. Denediğime pişman mıyım? Hayır değilim, olmam da. Keşkelerle kalmaktansa bu yol daha iyidir. Unutmayın mutluluk önünüze altın tepside sunulan bir şey değildir. Mutluluğu hak etmek gerekir, onu kazanmak için çaba gerekir. Ve zaman cömerttir, size yanlışlarınızı düzeltmeniz için fırsat verir. Mutlu muyum şu an? Hayır, değilim. Demek ki henüz yeterince zaman geçmemiş.

12 Eylül 2015 Cumartesi

Beyaz Attan Düşen Prens

      Filmler, diziler, romanlar… Gözü kör olmayasıcalar. O anlattığınız büyük aşk kadar kafanıza taş düşsün emi! Hani insan ne kadar “yok canım gerçekte böyle aşklar” diye diye izlese de olmuyor yani, o umut tohumu ister istemez yerleşiyor içine. İnsana hayaller kurdurtuyorlar, beklentileri yükseltiyorlar. Yani korku filminden tutun da en acıklı hikâyeye, en kıytırık filmden ödüllü filmlere kadar hepsinde kıyıdan köşeden de olsa aşk var.
      Aslında her şey çocukken başlıyor. O bize anlattıkları masallar yok mu? Ah! Külkedisi, Pamuk Prenses, Keloğlan’la Ay Kız… Ya arkadaş biz nasıl yedik onları. Prense bir 10 dakika dans yeter, tüm ülkede Külkedisini arar; biz aylarca yıllarca çıkarız da bir bok olmaz. Hele o Uyuyan Güzel yok mu? Arkadaş adam sadece namını duyup kız için bin bir türlü zorluğa göğüs geriyor. Bizimkiler her gün görse kılını kıpırdatmıyor. O elmayı kafamıza fırlattıklarında bu işe uyanmalıydık. Ama yok, zekâ o konuda çok kıt. Benim dönemimin çocukluğunu yaşadıysanız bir de Vahşi Güzel vardı, efsane. O diziyi izlemek için sokakta oyun oynamayı bırakır eve koşardık. Hadi tüm bunları çocukluğumuza verelim.
      Peki ya ergenliğimize ne demeli? O zaman bizi çok fena kekliyorlar, biz de kanıyoruz. Fantastik mi takılmak istiyorsun al sana vampir, kurt adam çocuğum. Yok ben klasik severim diyorsan ah o Mr. Darcy; benim için her daim birinci sıramda olacak ideal erkek tipi de diyebiliriz. Kısaca yaktın beni Jane Austen. O kafamıza atılan elmanın yerini Haydar Dümen almıştı aslında. Ama o bile yetemedi be bizi uyandırmaya. Hadi bu sefer de hormonlara ve hayal gücünün sınırsızlığına verelim.
      Üniversitede napacağız? Bu dönem ciddi ilişkilerimizin olduğu, uzun sevgililik dönemlerinin yaşandığı zaman dilimi. Ve en büyük hayal kırıklıklarının dönemi. Çünkü siz beyaz altlı prens beklerken, o Kabasakal çıkar. (Valla yaşınız yetiyor ya da o dönemin çocuğu olsanız bile izlemediyseniz; Kabasakal, Temel Reis çizgi filminde bir karakter. Sanırım çizgi filmi izlemeyenler için çok anlamlı olmayacak cümle. Kusura bakmayın.) Ve artık anlarız ki bize anlatılan o aşk yalan. Bütün aydınlanmayı yaşadığımız zamanlardır. Hayatımızın aşkıyla çarpışıp kollarına düşmeyeceğiz, o kişi bizi görür görmez aşık olmayacak, kavgayla ya da ufak sürtüşmelerle başlayan büyük aşkı yaşamayacağız, iyilik perimiz bizi hiç ziyaret etmeyecek. Tüm bunları artık kabullenmiş olduğumuz zamansa Hollywood bize en büyük kazığı atar: Katherine Heigl. Ve o lanet olası umutlar, hayaller, inançlar hortlar. Bir köşede varlığını içten içe sürdürmeye devam eder. Arkadaşlarla sohbette zaten inkâr ederiz bu beklentilerimizi ama en kötüsü kendimizle baş başa kaldığımızda bile itiraf edemeyiz. Çünkü tam bu anda psikolojinin en temel savunma mekanizmasını kullanacağız: Görmezden gelme. Eğer yokmuş gibi davranırsak belki yok olur, neden olmasın ki?
      Uzun lafın kısası hala o lanet olasıca ümüğünü sıkmaktan yorulduğum ama bir türlü ölmeyen umudum var. Hala aşık olmayı bekliyorum. Hala çocuklarıma anlatacağım muhteşem tanışma hikayesini istiyorum. Evet, evet, evet ben de biliyorum tüm bunların gerçekleşmeyeceğini. Beklentilerim şu an minimumda zaten. Yani en az da olsa beklemekten vazgeçemiyorum. Hakkımda hayırlısı olsun, ne diyeyim… (Allah ıslah etsin de bir seçenek, farkındayım, hatırlatmanıza gerek yok.)

3 Eylül 2015 Perşembe

Açık Mektup

               Sevgili Arkadaşım,
      Bugün senin doğum günün ve ben senin yanında değilim. Yanında olmayı çok isterdim bunu biliyorsun. Ama ulaşım çok pahalı biliyorsun. Otobüs şirketleri, uçak firmaları hiç böyle özel anları düşünerek fiyat belirlemiyor maalesef. Keşke sana bugün sizin doğum gününüz yarı fiyata seyahat edin deselerdi de sen buraya benim yanıma gelebilseydin. Şimdiyse tek yapabileceğim bu mektubu yazmak. Tabi becerebilirsem. Beni biliyorsun duygularını öyle çok ifade edebilen bir insan değilim.
      Senin doğum gününle birlikte arkadaşlığımızda 3.yılını bitirip 4.yılına başlayacak. Geçen 3 yıl boyunca seni tanıdığım için hiç pişman olmadım, bir an bile. Sana ne kadar kırılsam da, beni ne kadar üzsen de hiç pişman olmadım. Çünkü kan bağı olmasa da seni kardeşim olarak görüyorum. Ve kardeşler her zaman affeder ve birbirlerini her zaman severler.
      İlk tanıştığımız zamanı her sene yâd ediyoruz. Bu anının muhabbetini çok yaptık, tekrar yapsam mı bilemedim. Ama bu konuda bir şey söylemeden de geçmek istemiyorum. Seni ilk gördüğümde yardıma muhtaç duruyorsun ve ben sana yardım etmek istemiştim çünkü sen Türkiye’ye yeni gelmişsin (tabi ben bunu bilmiyorum). Zamanla gördüm ki sen yardıma muhtaç biri değilsin (en azından artık). Sen gerçekten çok güçlü bir insansın. Her şeyi tek başına halledebiliyorsun. Bu gerçekten hayranlık uyandırıcı bir şey. Ama duygusal darbelere karşı hala çok zayıfsın. Hem bu kadar güçlü hem de bu kadar kırılgan olman gerçekten çok şaşırtıcı. Hoş niye şaşırıyorsam; çünkü ben sana çok benziyorum. Belki bu yüzden bu kadar iyi arkadaş olduk. Üzüm üzüme baka bak kararır diye boşuna demiyorlar. Gittikçe kendine benzettin beni. Bundan şikâyetçi miyim? Tabi ki hayır. Ama her şey karşılıklı sen de gittikçe bana benzedin. Umarım bundan mutlusundur.
      Arkadaşlığın benim için çok değerli. İtiraf ediyorum; her sene ülkene dönmek istediğinde karşı çıkmamın sebebi buydu. Gitmeni istemedim. Araya mesafe girse bile arkadaşlığımız bitmezdi. İnsanlar benden o kadar kolay kurtulamıyor maalesef. Ama sen de işler biraz daha karışık. Açıkçası dönseydin nasıl biri olurdun onu kestiremedim. Biliyorsun lisedeki senle çok iyi anlaşamıyoruz. Ve sen dönüp değişseydin arkadaşlığımız bitebilirdi. Ben sadece bu riski göze alamadım. Biraz bencillik yaptım yani. Kusura bakma. Aslında bu itirafı mezuniyette söyleyecektim ama yazmaya başlayınca insan kendini durduramıyor. Uzaktasın, beni sopayla kovalayamayacaksın; rahatlığımın nedeni bu galiba.
      Artık mektubun sonuna geldik. Yani gelelim artık, sonuçta roman yazmıyorum burada. Umarım güzel bir doğum günü geçirirsin. Bugün senin günün. Sana sıkıca sarılıyorum, o tatlı tombik yanaklarından da kocaman öpüyorum. Son olarak;
      DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN.
Sevgiler, Delirium