12 Eylül 2015 Cumartesi

Beyaz Attan Düşen Prens

      Filmler, diziler, romanlar… Gözü kör olmayasıcalar. O anlattığınız büyük aşk kadar kafanıza taş düşsün emi! Hani insan ne kadar “yok canım gerçekte böyle aşklar” diye diye izlese de olmuyor yani, o umut tohumu ister istemez yerleşiyor içine. İnsana hayaller kurdurtuyorlar, beklentileri yükseltiyorlar. Yani korku filminden tutun da en acıklı hikâyeye, en kıytırık filmden ödüllü filmlere kadar hepsinde kıyıdan köşeden de olsa aşk var.
      Aslında her şey çocukken başlıyor. O bize anlattıkları masallar yok mu? Ah! Külkedisi, Pamuk Prenses, Keloğlan’la Ay Kız… Ya arkadaş biz nasıl yedik onları. Prense bir 10 dakika dans yeter, tüm ülkede Külkedisini arar; biz aylarca yıllarca çıkarız da bir bok olmaz. Hele o Uyuyan Güzel yok mu? Arkadaş adam sadece namını duyup kız için bin bir türlü zorluğa göğüs geriyor. Bizimkiler her gün görse kılını kıpırdatmıyor. O elmayı kafamıza fırlattıklarında bu işe uyanmalıydık. Ama yok, zekâ o konuda çok kıt. Benim dönemimin çocukluğunu yaşadıysanız bir de Vahşi Güzel vardı, efsane. O diziyi izlemek için sokakta oyun oynamayı bırakır eve koşardık. Hadi tüm bunları çocukluğumuza verelim.
      Peki ya ergenliğimize ne demeli? O zaman bizi çok fena kekliyorlar, biz de kanıyoruz. Fantastik mi takılmak istiyorsun al sana vampir, kurt adam çocuğum. Yok ben klasik severim diyorsan ah o Mr. Darcy; benim için her daim birinci sıramda olacak ideal erkek tipi de diyebiliriz. Kısaca yaktın beni Jane Austen. O kafamıza atılan elmanın yerini Haydar Dümen almıştı aslında. Ama o bile yetemedi be bizi uyandırmaya. Hadi bu sefer de hormonlara ve hayal gücünün sınırsızlığına verelim.
      Üniversitede napacağız? Bu dönem ciddi ilişkilerimizin olduğu, uzun sevgililik dönemlerinin yaşandığı zaman dilimi. Ve en büyük hayal kırıklıklarının dönemi. Çünkü siz beyaz altlı prens beklerken, o Kabasakal çıkar. (Valla yaşınız yetiyor ya da o dönemin çocuğu olsanız bile izlemediyseniz; Kabasakal, Temel Reis çizgi filminde bir karakter. Sanırım çizgi filmi izlemeyenler için çok anlamlı olmayacak cümle. Kusura bakmayın.) Ve artık anlarız ki bize anlatılan o aşk yalan. Bütün aydınlanmayı yaşadığımız zamanlardır. Hayatımızın aşkıyla çarpışıp kollarına düşmeyeceğiz, o kişi bizi görür görmez aşık olmayacak, kavgayla ya da ufak sürtüşmelerle başlayan büyük aşkı yaşamayacağız, iyilik perimiz bizi hiç ziyaret etmeyecek. Tüm bunları artık kabullenmiş olduğumuz zamansa Hollywood bize en büyük kazığı atar: Katherine Heigl. Ve o lanet olası umutlar, hayaller, inançlar hortlar. Bir köşede varlığını içten içe sürdürmeye devam eder. Arkadaşlarla sohbette zaten inkâr ederiz bu beklentilerimizi ama en kötüsü kendimizle baş başa kaldığımızda bile itiraf edemeyiz. Çünkü tam bu anda psikolojinin en temel savunma mekanizmasını kullanacağız: Görmezden gelme. Eğer yokmuş gibi davranırsak belki yok olur, neden olmasın ki?
      Uzun lafın kısası hala o lanet olasıca ümüğünü sıkmaktan yorulduğum ama bir türlü ölmeyen umudum var. Hala aşık olmayı bekliyorum. Hala çocuklarıma anlatacağım muhteşem tanışma hikayesini istiyorum. Evet, evet, evet ben de biliyorum tüm bunların gerçekleşmeyeceğini. Beklentilerim şu an minimumda zaten. Yani en az da olsa beklemekten vazgeçemiyorum. Hakkımda hayırlısı olsun, ne diyeyim… (Allah ıslah etsin de bir seçenek, farkındayım, hatırlatmanıza gerek yok.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder