27 Eylül 2015 Pazar

Sevmek mi Sevilmek mi?

      Seni seveni mi senin sevdiğini mi seçersen daha mutlu olursun?
      Şu günlerde kafam gerçekten karışık. Bir insanı seversin onun için her şeyi göze alırsın ama o seni sevmez ya da senin istediğin gibi bir sevgi olmaz o. İtekleye itekleye yılları devirirsiniz sadece. O senin yanında rahatlıktan kalır, sen de onu bırakamazsın. Öyle zaman geçer sen kendi sessizliğine, umutsuzluğuna, mutsuzluğuna gömülürsün. Sonra o öyle bir şey yapar ki seni bir kez daha yıkar. Artık o da sessizliğini bozmuş, sevmediğini anlamış, sen yokmuşsun gibi davranmaya başlamıştır ama ayrılmaz da senden. İşte o anda birisi çıkar karşına, belki geçmişinden birisi ve der ki sana “Ben artık buradayım. Yanındayım. Yaralarını sarabilirim.”. O an anlarsın gözlerinden, tavrından, seni gerçekten sevdiğini çünkü sana senin sevdiğine baktığın gibi bakar. O zaman ne yaparsın? Sevdiğinle mi yoksa seni sevenle mi devam edersin? Hangisi daha doğru hangisi daha mantıklı? Mantıklı olan seni mutlu edeni seçmendir tabi ki. Peki ya mutluluk kimin yanında güzel? Şimdi bazıları diyecek ki beni seveni seçerim, bazıları diyecek ki beni sevmiyor diye ben sevmekten mi vazgeçeceğim. Ben beni sevenle devam etmeyi seçtim. 4 gün denedim, yapamadım, olmadı. Her istediğim oluyor, bana onun yaşatmadığı şeyleri yaşatıyordu. Evet, sonunda seviliyordum ama yine de mutsuzdum. Buradan şunu çıkartmayın, seni sevenle de mutlu olunamuyormus demeyin. Herkes aynı değil ki belki siz mutlu olursunuz, deneyin. Ben denedim olmadı. Denediğime pişman mıyım? Hayır değilim, olmam da. Keşkelerle kalmaktansa bu yol daha iyidir. Unutmayın mutluluk önünüze altın tepside sunulan bir şey değildir. Mutluluğu hak etmek gerekir, onu kazanmak için çaba gerekir. Ve zaman cömerttir, size yanlışlarınızı düzeltmeniz için fırsat verir. Mutlu muyum şu an? Hayır, değilim. Demek ki henüz yeterince zaman geçmemiş.

12 Eylül 2015 Cumartesi

Beyaz Attan Düşen Prens

      Filmler, diziler, romanlar… Gözü kör olmayasıcalar. O anlattığınız büyük aşk kadar kafanıza taş düşsün emi! Hani insan ne kadar “yok canım gerçekte böyle aşklar” diye diye izlese de olmuyor yani, o umut tohumu ister istemez yerleşiyor içine. İnsana hayaller kurdurtuyorlar, beklentileri yükseltiyorlar. Yani korku filminden tutun da en acıklı hikâyeye, en kıytırık filmden ödüllü filmlere kadar hepsinde kıyıdan köşeden de olsa aşk var.
      Aslında her şey çocukken başlıyor. O bize anlattıkları masallar yok mu? Ah! Külkedisi, Pamuk Prenses, Keloğlan’la Ay Kız… Ya arkadaş biz nasıl yedik onları. Prense bir 10 dakika dans yeter, tüm ülkede Külkedisini arar; biz aylarca yıllarca çıkarız da bir bok olmaz. Hele o Uyuyan Güzel yok mu? Arkadaş adam sadece namını duyup kız için bin bir türlü zorluğa göğüs geriyor. Bizimkiler her gün görse kılını kıpırdatmıyor. O elmayı kafamıza fırlattıklarında bu işe uyanmalıydık. Ama yok, zekâ o konuda çok kıt. Benim dönemimin çocukluğunu yaşadıysanız bir de Vahşi Güzel vardı, efsane. O diziyi izlemek için sokakta oyun oynamayı bırakır eve koşardık. Hadi tüm bunları çocukluğumuza verelim.
      Peki ya ergenliğimize ne demeli? O zaman bizi çok fena kekliyorlar, biz de kanıyoruz. Fantastik mi takılmak istiyorsun al sana vampir, kurt adam çocuğum. Yok ben klasik severim diyorsan ah o Mr. Darcy; benim için her daim birinci sıramda olacak ideal erkek tipi de diyebiliriz. Kısaca yaktın beni Jane Austen. O kafamıza atılan elmanın yerini Haydar Dümen almıştı aslında. Ama o bile yetemedi be bizi uyandırmaya. Hadi bu sefer de hormonlara ve hayal gücünün sınırsızlığına verelim.
      Üniversitede napacağız? Bu dönem ciddi ilişkilerimizin olduğu, uzun sevgililik dönemlerinin yaşandığı zaman dilimi. Ve en büyük hayal kırıklıklarının dönemi. Çünkü siz beyaz altlı prens beklerken, o Kabasakal çıkar. (Valla yaşınız yetiyor ya da o dönemin çocuğu olsanız bile izlemediyseniz; Kabasakal, Temel Reis çizgi filminde bir karakter. Sanırım çizgi filmi izlemeyenler için çok anlamlı olmayacak cümle. Kusura bakmayın.) Ve artık anlarız ki bize anlatılan o aşk yalan. Bütün aydınlanmayı yaşadığımız zamanlardır. Hayatımızın aşkıyla çarpışıp kollarına düşmeyeceğiz, o kişi bizi görür görmez aşık olmayacak, kavgayla ya da ufak sürtüşmelerle başlayan büyük aşkı yaşamayacağız, iyilik perimiz bizi hiç ziyaret etmeyecek. Tüm bunları artık kabullenmiş olduğumuz zamansa Hollywood bize en büyük kazığı atar: Katherine Heigl. Ve o lanet olası umutlar, hayaller, inançlar hortlar. Bir köşede varlığını içten içe sürdürmeye devam eder. Arkadaşlarla sohbette zaten inkâr ederiz bu beklentilerimizi ama en kötüsü kendimizle baş başa kaldığımızda bile itiraf edemeyiz. Çünkü tam bu anda psikolojinin en temel savunma mekanizmasını kullanacağız: Görmezden gelme. Eğer yokmuş gibi davranırsak belki yok olur, neden olmasın ki?
      Uzun lafın kısası hala o lanet olasıca ümüğünü sıkmaktan yorulduğum ama bir türlü ölmeyen umudum var. Hala aşık olmayı bekliyorum. Hala çocuklarıma anlatacağım muhteşem tanışma hikayesini istiyorum. Evet, evet, evet ben de biliyorum tüm bunların gerçekleşmeyeceğini. Beklentilerim şu an minimumda zaten. Yani en az da olsa beklemekten vazgeçemiyorum. Hakkımda hayırlısı olsun, ne diyeyim… (Allah ıslah etsin de bir seçenek, farkındayım, hatırlatmanıza gerek yok.)

3 Eylül 2015 Perşembe

Açık Mektup

               Sevgili Arkadaşım,
      Bugün senin doğum günün ve ben senin yanında değilim. Yanında olmayı çok isterdim bunu biliyorsun. Ama ulaşım çok pahalı biliyorsun. Otobüs şirketleri, uçak firmaları hiç böyle özel anları düşünerek fiyat belirlemiyor maalesef. Keşke sana bugün sizin doğum gününüz yarı fiyata seyahat edin deselerdi de sen buraya benim yanıma gelebilseydin. Şimdiyse tek yapabileceğim bu mektubu yazmak. Tabi becerebilirsem. Beni biliyorsun duygularını öyle çok ifade edebilen bir insan değilim.
      Senin doğum gününle birlikte arkadaşlığımızda 3.yılını bitirip 4.yılına başlayacak. Geçen 3 yıl boyunca seni tanıdığım için hiç pişman olmadım, bir an bile. Sana ne kadar kırılsam da, beni ne kadar üzsen de hiç pişman olmadım. Çünkü kan bağı olmasa da seni kardeşim olarak görüyorum. Ve kardeşler her zaman affeder ve birbirlerini her zaman severler.
      İlk tanıştığımız zamanı her sene yâd ediyoruz. Bu anının muhabbetini çok yaptık, tekrar yapsam mı bilemedim. Ama bu konuda bir şey söylemeden de geçmek istemiyorum. Seni ilk gördüğümde yardıma muhtaç duruyorsun ve ben sana yardım etmek istemiştim çünkü sen Türkiye’ye yeni gelmişsin (tabi ben bunu bilmiyorum). Zamanla gördüm ki sen yardıma muhtaç biri değilsin (en azından artık). Sen gerçekten çok güçlü bir insansın. Her şeyi tek başına halledebiliyorsun. Bu gerçekten hayranlık uyandırıcı bir şey. Ama duygusal darbelere karşı hala çok zayıfsın. Hem bu kadar güçlü hem de bu kadar kırılgan olman gerçekten çok şaşırtıcı. Hoş niye şaşırıyorsam; çünkü ben sana çok benziyorum. Belki bu yüzden bu kadar iyi arkadaş olduk. Üzüm üzüme baka bak kararır diye boşuna demiyorlar. Gittikçe kendine benzettin beni. Bundan şikâyetçi miyim? Tabi ki hayır. Ama her şey karşılıklı sen de gittikçe bana benzedin. Umarım bundan mutlusundur.
      Arkadaşlığın benim için çok değerli. İtiraf ediyorum; her sene ülkene dönmek istediğinde karşı çıkmamın sebebi buydu. Gitmeni istemedim. Araya mesafe girse bile arkadaşlığımız bitmezdi. İnsanlar benden o kadar kolay kurtulamıyor maalesef. Ama sen de işler biraz daha karışık. Açıkçası dönseydin nasıl biri olurdun onu kestiremedim. Biliyorsun lisedeki senle çok iyi anlaşamıyoruz. Ve sen dönüp değişseydin arkadaşlığımız bitebilirdi. Ben sadece bu riski göze alamadım. Biraz bencillik yaptım yani. Kusura bakma. Aslında bu itirafı mezuniyette söyleyecektim ama yazmaya başlayınca insan kendini durduramıyor. Uzaktasın, beni sopayla kovalayamayacaksın; rahatlığımın nedeni bu galiba.
      Artık mektubun sonuna geldik. Yani gelelim artık, sonuçta roman yazmıyorum burada. Umarım güzel bir doğum günü geçirirsin. Bugün senin günün. Sana sıkıca sarılıyorum, o tatlı tombik yanaklarından da kocaman öpüyorum. Son olarak;
      DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN.
Sevgiler, Delirium

1 Eylül 2015 Salı

20/30

      Bir kadının kendi vücuduyla tanışması zaman alan bir şeydir. Her zaman bir kusur bulurlar, bir şeyi beğenmezler ama aslında güzelliklerinin farkındadırlar. Sadece bunu henüz kullanmayı bilmezler. Kendilerinde değiştirmek istedikleri şeylere o kadar konsantre olmuşlardır ki var olan güzelliklerini kullanmayı beceremezler. Rubens der ki “Çirkin ya da şişman kadın yoktur; sadece az boya vardır.” 
      Erkeklerin ise böyle bir sorunu yok ama onlara da zaman lazım; kendilerini, kendi psikolojilerini anlamaları için. 30'undan önce, ne istediğini bilen erkekleri parmakla sayabilirsiniz, o kadar azlar. Bir de soyu tükenmekte olanlar var, onlar da hem ne istediğini bilen hem de istediği şeyi elde eden erkek türüdür.
      Şimdi hem erkeklere hem kadınlara sesleniyorum, siz bu kadar kararsızken nasıl olur da özel hayatınızda kararlı olmayı bekliyorsunuz ki? Daha sen neyi beğenip beğenmediğini bilmezken kiminle neyi beğeneceğini nasıl bilebilirsin ki? Mesela ben; 20 yaşındaki aşkı kısa metraj filmlere benzetiyorum; 30 yaşındakini de uzun metraj bir filme, hem de her gecesi mutlu sonla biten bir film ya da bir destana. Çünkü 30’lu yaşlarda artık yaşadığın her dakikada kendini tanımışlık olan bir hayatın var, bunun yanında tabi ki heyecan da var ama o heyecanı emin adımlarla yine sen kontrol edebiliyorsun. Oysa 20’li yaşlarda kendini tanıma çaban içinde boğulduğun bir hayatın var ve bu kararsız, dengesiz biri olmana neden oluyor. Misal sevgilinin önceden seni rahatsız etmeyen davranışları bir iki yıl sonra çekilmez gelmeye başlıyor çünkü sen bundan aslında hoşlanmadığını fark ediyorsun. Bir yanda şu da vardır; 20’li yaşlarda yaptığın seks clubteki müziğe benzer, vücudunun bütün hücreleri ritmi hisseder ve o ritimle dans eder, bunun iyi güzel bir şey olduğunu sanırsın ama zaman ilerledikçe sana "piyano" modunun daha iyi geldiğini anlarsın. Çünkü o ritim yavaşlar, aramalar biter çünkü istediğini bulmuşsundur ve artık beden değiştirmenin sana zevk vermediğini anlarsın, sonuçta klasik müzik tonlarında bir sevişmeye başlarsın; ağır, emin, tereddütsüz, acelesiz. O zaman his daha hoştur, sadece kendi hücrelerini değil onun hücrelerini de hissedersin ve o zaman eser tamamlanır. O zaman sen tamamlanırsın. Kadın vücudunu sever artık, değiştirmek istemez, benimser çünkü o vücutla onu hissetmiştir. Erkek ise ne istediğini anlar ya da hayat ona anlatır clubteki ritmin onu yorduğunu ve piyano modunda bütünleşebileceğini. Sonunda erkek büyür ve anca o zaman istediğini bilen ve elde edebilen biri olur.
      Seks gereksiz diyenler için dip not: Seks denince ayıp utanılacak bir şey gelmesin aklınıza; bu olgunlaşma, kendini tanıma ve tamamlama şeklidir.