6 Kasım 2015 Cuma

İNSAN

      Uzun zamandır yazmıyorum, belki de yazamıyorum... Kalbim, aklım durdu çünkü. Çok fazla İNSAN kaybettik, çok fazla genç İNSAN öldü son dönemde. İNSAN olmak ne demek? Bu soruyu sordum bu günlerde kendime. Doğarsın, ailenin değerlisi olursun, sana vicdani değerleri öğretirler, dini, terbiyeyi, görgüyü, insanın insana acıması gerektiğini öğretirler. Büyürsün, okula gidersin, orada sana topluma faydalı bir İNSAN olmayı öğretirler, arkadaşların olur onlardan paylaşmayı öğrenirsin, sonra biri seni sever sen onu seversin ondan da aşkı öğrenirsin. Sonra? Sonra ne olur? Normalde iste okulunu bitirirsin, çalışmaya başlarsın, bir aile kurarsın, sonra sende bir insan yetiştirirsin. Ama bazılarımızın öyle bir şansı olmuyor işte... Bu yıl içinde çok fazla ölüm haberi gördüm. Doğal bir süreç ölüm ama bu zamansız gelirse çok acı, hele hele senin hiç bir suçun yokken gelirse çok daha acı. Politik bir yazı değil bu; sadece anlamaya, anlam vermeye çalışmak. Ankara'daki patlamadan sonra ülke yasa boğuldu nedeni gencecik insanların ölmesiydi. Onlar o doğal süreci bitiremeden çok zamansız bir şekilde gittiler. Nedenlerini kimse bilmiyor ya da biliyor ve susuyor. Tam bu durumu hazmetmişken (hoş böyle bir şeyi hazmedebilir misin ya da unutur musun orası da şüpheli) bir haber aldım, kendi memleketimden geldi bu sefer bu acı haber. Yine ölüm yine yaşaması gerekenleri yaşayamadan giden bir sürü insan ve onlarla ilgili çıkan haberler. Suçlu arıyoruz, aslında boşuna arıyoruz bulamayacağız o çok belli bir şey, içten içe biliyoruz ama elden bir şey gelmiyor işte ama en azından o İNSANLARA bir şeyler borçluyuz. Ama bazılarımız vicdani değerlerini kaybetmiş, bazılarımız ölümün suçunu ölenlerde buluyorlar. Bu kadar mı aç ruhunuz sevgiye? Bu kadar mı duygusuz ve taşlaşmış bir kalbiniz var? Romanya'da bir patlama oldu ve 93 gencecik insan bir gece klübünde yanarak can verdi, yaralıların sayısını hatırlamıyorum bile. Türkiye'de çok gördüm ölenleri suçlayanı, klasik soru "Ne işi vardı ki orada?", "Orada olmasaydı ölmezdi.". Burada beni artık hiçbir şey şaşırtmıyor. Cümlenin saçmalığına bak, ölüm şaşırtmıyor diyorum resmen geldiğimiz nokta bu ama ne yazık ki Romanya gibi sözde Avrupai düşüncelere sahip olan kişilerden de aynı mantığı, aynı şerefsizliği, aynı vicdansızlığı beklemezdim. 
      Orada ne işleri vardı? Bu mu yani, bu kadar mı? Başka diyeceğiniz, başka suçlayacağınız kimse yok mu? Çok merak ediyorum siz nereden bu kadar İNSAN olmamayı öğrendiniz?

14 Ekim 2015 Çarşamba

Benim Güzel Hatalarım Var – 1

      Sürekli insan hatalarından ders çıkarmalı derler. Bende bir sıkıntı var herhalde çünkü ben bunu bir türlü başaramıyorum. Sürekli aynı hataları tekrar edip duruyorum; aynı dik başlılıkla, aynı inatla ve her zaman olduğu gibi hata yapmayı kendine yediremeyen egomla. Hayat pişmanlık duymak için çok kısa bence. Kendimi yiyip bitirmem de bir işe yaramıyor. Ama tüm bu bilinç kendimi yediğim gerçeğini değiştiremiyor. Hata yapıyorum, pişman oluyorum sonra aynı hatayı tekrarlıyorum. Hayatım, bir kısır döngü adeta. Mantıksızlığın dibini sıyırmaktayım.
      Bu konuya nerden geldik dersek; Kişisel Gelişim Kitapları. Hiçbir boka yaramıyorlar. En azından benim açımdan. Bu kitaplar sayesinde hayatında yeni bir sayfa açabilen varsa kendisini tebrik ediyorum. Çünkü bence lafta kolay uygulamada zor şeyler. Orda yazmış adam “Kendini Sev”, aman ne güzel kolaysa gel sen sev. Ben beceremiyorum. Kendimi kusursuz göremiyorum arkadaş, olmuyor. Ya da “Pozitif Düşün”, ben Türkiye’de yaşıyorum bunun farkındasın değil mi? Hayatım zaten negatif, ülke şartları da bu konuda çok yardımsever değil yani.
      Ben de hatalarımı yazıya dökmeye karar verdim. Gün olur devran döner, yanılır şaşarım da belki ders çıkarırım diye. Bir kenarda bulunsun. Belli mi olur işe yarar belki.
      İlk olarak ben obsesifin tekiyim. Bir şey yapıyorsam en iyi şekilde olmalı. O iş bittiğinde herkes takdir etmeli, tebrik etmeli, imrenmeli. Bu durum bir insanı ne kadar yıpratıyor bir tahmininiz var mı? Mükemmeliyetçilik kadar başa bela bir şey yok. Sinirden kuduruyorsun işler istediğin gibi gitmediğinde. Ve sürekli kendini hırpalıyorsun. Büyük işlerde gerçekten güzel sonuçlar doğuruyor ama dedim ya ben takıntılıyım bu konuda, eğer böyleyseniz; çok gereksiz, çok önemsiz işlerde bile aynı acıları çektiriyorsunuz kendinize. En kötüsü bu acıları çektiğinize değmeyeceğini bilmek.
      Bir de sabırsızlığım var ki düşman başına. Bir şey olacaksa hemen olmalı. Uzun vadeli, meşakkatli işlere hiç gelemiyorum. “Bir yıl sonrasını düşünüyorsan tohum ek,/ Ağaç dik on yıl sonrası ise tasarladığın,/ Ama yüzyıl sonrası ise düşündüğün, halkı eğit.” Kuan-Tzu’nun (Çinli ozan) bu şiirini hepimiz duymuşuzdur. Tam böyle olmasa da benzer versiyonlarını, sonuçta çeviri. İşte ben tohum bile ekemeyen insanım, daha doğrusu tohum eksem onun bir aya mahsulünü toplamak isterim. Bir yıl beklemek hiç bana göre değil. Hani insanlar bir şeyler yapar eder ve tüm bunlar geleceğe yatırım gözüyle bakarlar ya. Benim açımdan gelecek yarındır. Yani bugün bir şeyler için çaba harcıyorsam (ki bir şey yapacaksam baya çabalarım); yarın sonuçlarını görmem lazım. Nasıl anlatsam ki; bir değişiklik görmezsem şevkim kırılıyor, hevesim kaçıyor. Ama şunun da bilincindeyim, güzel şeyler öyle ha deyince olmuyor. Emek istiyor, zaman istiyor.
      Kendimle ilgili daha 2 şeyden bahsettim ama büyük ihtimal siz benim başta bahsettiğim mantıksız kısır döngü olayını anladınız. Verdiğim vaazlarda çok mantıklıyım ama iş uygulamaya gelince dünyanın en mantıksız insanı benimdir herhalde. “İmamın dediğini yap, yaptığını yapma.” hayatımın özeti.
      Daha listem uzun, şimdilik ben burada bırakıyorum ve üç nokta koyuyorum…
Görüşmek üzere, Delirium.   

27 Eylül 2015 Pazar

Sevmek mi Sevilmek mi?

      Seni seveni mi senin sevdiğini mi seçersen daha mutlu olursun?
      Şu günlerde kafam gerçekten karışık. Bir insanı seversin onun için her şeyi göze alırsın ama o seni sevmez ya da senin istediğin gibi bir sevgi olmaz o. İtekleye itekleye yılları devirirsiniz sadece. O senin yanında rahatlıktan kalır, sen de onu bırakamazsın. Öyle zaman geçer sen kendi sessizliğine, umutsuzluğuna, mutsuzluğuna gömülürsün. Sonra o öyle bir şey yapar ki seni bir kez daha yıkar. Artık o da sessizliğini bozmuş, sevmediğini anlamış, sen yokmuşsun gibi davranmaya başlamıştır ama ayrılmaz da senden. İşte o anda birisi çıkar karşına, belki geçmişinden birisi ve der ki sana “Ben artık buradayım. Yanındayım. Yaralarını sarabilirim.”. O an anlarsın gözlerinden, tavrından, seni gerçekten sevdiğini çünkü sana senin sevdiğine baktığın gibi bakar. O zaman ne yaparsın? Sevdiğinle mi yoksa seni sevenle mi devam edersin? Hangisi daha doğru hangisi daha mantıklı? Mantıklı olan seni mutlu edeni seçmendir tabi ki. Peki ya mutluluk kimin yanında güzel? Şimdi bazıları diyecek ki beni seveni seçerim, bazıları diyecek ki beni sevmiyor diye ben sevmekten mi vazgeçeceğim. Ben beni sevenle devam etmeyi seçtim. 4 gün denedim, yapamadım, olmadı. Her istediğim oluyor, bana onun yaşatmadığı şeyleri yaşatıyordu. Evet, sonunda seviliyordum ama yine de mutsuzdum. Buradan şunu çıkartmayın, seni sevenle de mutlu olunamuyormus demeyin. Herkes aynı değil ki belki siz mutlu olursunuz, deneyin. Ben denedim olmadı. Denediğime pişman mıyım? Hayır değilim, olmam da. Keşkelerle kalmaktansa bu yol daha iyidir. Unutmayın mutluluk önünüze altın tepside sunulan bir şey değildir. Mutluluğu hak etmek gerekir, onu kazanmak için çaba gerekir. Ve zaman cömerttir, size yanlışlarınızı düzeltmeniz için fırsat verir. Mutlu muyum şu an? Hayır, değilim. Demek ki henüz yeterince zaman geçmemiş.

12 Eylül 2015 Cumartesi

Beyaz Attan Düşen Prens

      Filmler, diziler, romanlar… Gözü kör olmayasıcalar. O anlattığınız büyük aşk kadar kafanıza taş düşsün emi! Hani insan ne kadar “yok canım gerçekte böyle aşklar” diye diye izlese de olmuyor yani, o umut tohumu ister istemez yerleşiyor içine. İnsana hayaller kurdurtuyorlar, beklentileri yükseltiyorlar. Yani korku filminden tutun da en acıklı hikâyeye, en kıytırık filmden ödüllü filmlere kadar hepsinde kıyıdan köşeden de olsa aşk var.
      Aslında her şey çocukken başlıyor. O bize anlattıkları masallar yok mu? Ah! Külkedisi, Pamuk Prenses, Keloğlan’la Ay Kız… Ya arkadaş biz nasıl yedik onları. Prense bir 10 dakika dans yeter, tüm ülkede Külkedisini arar; biz aylarca yıllarca çıkarız da bir bok olmaz. Hele o Uyuyan Güzel yok mu? Arkadaş adam sadece namını duyup kız için bin bir türlü zorluğa göğüs geriyor. Bizimkiler her gün görse kılını kıpırdatmıyor. O elmayı kafamıza fırlattıklarında bu işe uyanmalıydık. Ama yok, zekâ o konuda çok kıt. Benim dönemimin çocukluğunu yaşadıysanız bir de Vahşi Güzel vardı, efsane. O diziyi izlemek için sokakta oyun oynamayı bırakır eve koşardık. Hadi tüm bunları çocukluğumuza verelim.
      Peki ya ergenliğimize ne demeli? O zaman bizi çok fena kekliyorlar, biz de kanıyoruz. Fantastik mi takılmak istiyorsun al sana vampir, kurt adam çocuğum. Yok ben klasik severim diyorsan ah o Mr. Darcy; benim için her daim birinci sıramda olacak ideal erkek tipi de diyebiliriz. Kısaca yaktın beni Jane Austen. O kafamıza atılan elmanın yerini Haydar Dümen almıştı aslında. Ama o bile yetemedi be bizi uyandırmaya. Hadi bu sefer de hormonlara ve hayal gücünün sınırsızlığına verelim.
      Üniversitede napacağız? Bu dönem ciddi ilişkilerimizin olduğu, uzun sevgililik dönemlerinin yaşandığı zaman dilimi. Ve en büyük hayal kırıklıklarının dönemi. Çünkü siz beyaz altlı prens beklerken, o Kabasakal çıkar. (Valla yaşınız yetiyor ya da o dönemin çocuğu olsanız bile izlemediyseniz; Kabasakal, Temel Reis çizgi filminde bir karakter. Sanırım çizgi filmi izlemeyenler için çok anlamlı olmayacak cümle. Kusura bakmayın.) Ve artık anlarız ki bize anlatılan o aşk yalan. Bütün aydınlanmayı yaşadığımız zamanlardır. Hayatımızın aşkıyla çarpışıp kollarına düşmeyeceğiz, o kişi bizi görür görmez aşık olmayacak, kavgayla ya da ufak sürtüşmelerle başlayan büyük aşkı yaşamayacağız, iyilik perimiz bizi hiç ziyaret etmeyecek. Tüm bunları artık kabullenmiş olduğumuz zamansa Hollywood bize en büyük kazığı atar: Katherine Heigl. Ve o lanet olası umutlar, hayaller, inançlar hortlar. Bir köşede varlığını içten içe sürdürmeye devam eder. Arkadaşlarla sohbette zaten inkâr ederiz bu beklentilerimizi ama en kötüsü kendimizle baş başa kaldığımızda bile itiraf edemeyiz. Çünkü tam bu anda psikolojinin en temel savunma mekanizmasını kullanacağız: Görmezden gelme. Eğer yokmuş gibi davranırsak belki yok olur, neden olmasın ki?
      Uzun lafın kısası hala o lanet olasıca ümüğünü sıkmaktan yorulduğum ama bir türlü ölmeyen umudum var. Hala aşık olmayı bekliyorum. Hala çocuklarıma anlatacağım muhteşem tanışma hikayesini istiyorum. Evet, evet, evet ben de biliyorum tüm bunların gerçekleşmeyeceğini. Beklentilerim şu an minimumda zaten. Yani en az da olsa beklemekten vazgeçemiyorum. Hakkımda hayırlısı olsun, ne diyeyim… (Allah ıslah etsin de bir seçenek, farkındayım, hatırlatmanıza gerek yok.)

3 Eylül 2015 Perşembe

Açık Mektup

               Sevgili Arkadaşım,
      Bugün senin doğum günün ve ben senin yanında değilim. Yanında olmayı çok isterdim bunu biliyorsun. Ama ulaşım çok pahalı biliyorsun. Otobüs şirketleri, uçak firmaları hiç böyle özel anları düşünerek fiyat belirlemiyor maalesef. Keşke sana bugün sizin doğum gününüz yarı fiyata seyahat edin deselerdi de sen buraya benim yanıma gelebilseydin. Şimdiyse tek yapabileceğim bu mektubu yazmak. Tabi becerebilirsem. Beni biliyorsun duygularını öyle çok ifade edebilen bir insan değilim.
      Senin doğum gününle birlikte arkadaşlığımızda 3.yılını bitirip 4.yılına başlayacak. Geçen 3 yıl boyunca seni tanıdığım için hiç pişman olmadım, bir an bile. Sana ne kadar kırılsam da, beni ne kadar üzsen de hiç pişman olmadım. Çünkü kan bağı olmasa da seni kardeşim olarak görüyorum. Ve kardeşler her zaman affeder ve birbirlerini her zaman severler.
      İlk tanıştığımız zamanı her sene yâd ediyoruz. Bu anının muhabbetini çok yaptık, tekrar yapsam mı bilemedim. Ama bu konuda bir şey söylemeden de geçmek istemiyorum. Seni ilk gördüğümde yardıma muhtaç duruyorsun ve ben sana yardım etmek istemiştim çünkü sen Türkiye’ye yeni gelmişsin (tabi ben bunu bilmiyorum). Zamanla gördüm ki sen yardıma muhtaç biri değilsin (en azından artık). Sen gerçekten çok güçlü bir insansın. Her şeyi tek başına halledebiliyorsun. Bu gerçekten hayranlık uyandırıcı bir şey. Ama duygusal darbelere karşı hala çok zayıfsın. Hem bu kadar güçlü hem de bu kadar kırılgan olman gerçekten çok şaşırtıcı. Hoş niye şaşırıyorsam; çünkü ben sana çok benziyorum. Belki bu yüzden bu kadar iyi arkadaş olduk. Üzüm üzüme baka bak kararır diye boşuna demiyorlar. Gittikçe kendine benzettin beni. Bundan şikâyetçi miyim? Tabi ki hayır. Ama her şey karşılıklı sen de gittikçe bana benzedin. Umarım bundan mutlusundur.
      Arkadaşlığın benim için çok değerli. İtiraf ediyorum; her sene ülkene dönmek istediğinde karşı çıkmamın sebebi buydu. Gitmeni istemedim. Araya mesafe girse bile arkadaşlığımız bitmezdi. İnsanlar benden o kadar kolay kurtulamıyor maalesef. Ama sen de işler biraz daha karışık. Açıkçası dönseydin nasıl biri olurdun onu kestiremedim. Biliyorsun lisedeki senle çok iyi anlaşamıyoruz. Ve sen dönüp değişseydin arkadaşlığımız bitebilirdi. Ben sadece bu riski göze alamadım. Biraz bencillik yaptım yani. Kusura bakma. Aslında bu itirafı mezuniyette söyleyecektim ama yazmaya başlayınca insan kendini durduramıyor. Uzaktasın, beni sopayla kovalayamayacaksın; rahatlığımın nedeni bu galiba.
      Artık mektubun sonuna geldik. Yani gelelim artık, sonuçta roman yazmıyorum burada. Umarım güzel bir doğum günü geçirirsin. Bugün senin günün. Sana sıkıca sarılıyorum, o tatlı tombik yanaklarından da kocaman öpüyorum. Son olarak;
      DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN.
Sevgiler, Delirium

1 Eylül 2015 Salı

20/30

      Bir kadının kendi vücuduyla tanışması zaman alan bir şeydir. Her zaman bir kusur bulurlar, bir şeyi beğenmezler ama aslında güzelliklerinin farkındadırlar. Sadece bunu henüz kullanmayı bilmezler. Kendilerinde değiştirmek istedikleri şeylere o kadar konsantre olmuşlardır ki var olan güzelliklerini kullanmayı beceremezler. Rubens der ki “Çirkin ya da şişman kadın yoktur; sadece az boya vardır.” 
      Erkeklerin ise böyle bir sorunu yok ama onlara da zaman lazım; kendilerini, kendi psikolojilerini anlamaları için. 30'undan önce, ne istediğini bilen erkekleri parmakla sayabilirsiniz, o kadar azlar. Bir de soyu tükenmekte olanlar var, onlar da hem ne istediğini bilen hem de istediği şeyi elde eden erkek türüdür.
      Şimdi hem erkeklere hem kadınlara sesleniyorum, siz bu kadar kararsızken nasıl olur da özel hayatınızda kararlı olmayı bekliyorsunuz ki? Daha sen neyi beğenip beğenmediğini bilmezken kiminle neyi beğeneceğini nasıl bilebilirsin ki? Mesela ben; 20 yaşındaki aşkı kısa metraj filmlere benzetiyorum; 30 yaşındakini de uzun metraj bir filme, hem de her gecesi mutlu sonla biten bir film ya da bir destana. Çünkü 30’lu yaşlarda artık yaşadığın her dakikada kendini tanımışlık olan bir hayatın var, bunun yanında tabi ki heyecan da var ama o heyecanı emin adımlarla yine sen kontrol edebiliyorsun. Oysa 20’li yaşlarda kendini tanıma çaban içinde boğulduğun bir hayatın var ve bu kararsız, dengesiz biri olmana neden oluyor. Misal sevgilinin önceden seni rahatsız etmeyen davranışları bir iki yıl sonra çekilmez gelmeye başlıyor çünkü sen bundan aslında hoşlanmadığını fark ediyorsun. Bir yanda şu da vardır; 20’li yaşlarda yaptığın seks clubteki müziğe benzer, vücudunun bütün hücreleri ritmi hisseder ve o ritimle dans eder, bunun iyi güzel bir şey olduğunu sanırsın ama zaman ilerledikçe sana "piyano" modunun daha iyi geldiğini anlarsın. Çünkü o ritim yavaşlar, aramalar biter çünkü istediğini bulmuşsundur ve artık beden değiştirmenin sana zevk vermediğini anlarsın, sonuçta klasik müzik tonlarında bir sevişmeye başlarsın; ağır, emin, tereddütsüz, acelesiz. O zaman his daha hoştur, sadece kendi hücrelerini değil onun hücrelerini de hissedersin ve o zaman eser tamamlanır. O zaman sen tamamlanırsın. Kadın vücudunu sever artık, değiştirmek istemez, benimser çünkü o vücutla onu hissetmiştir. Erkek ise ne istediğini anlar ya da hayat ona anlatır clubteki ritmin onu yorduğunu ve piyano modunda bütünleşebileceğini. Sonunda erkek büyür ve anca o zaman istediğini bilen ve elde edebilen biri olur.
      Seks gereksiz diyenler için dip not: Seks denince ayıp utanılacak bir şey gelmesin aklınıza; bu olgunlaşma, kendini tanıma ve tamamlama şeklidir.

31 Ağustos 2015 Pazartesi

Hayal: Doğruluk

     Kimisi sevgilisinin gırtlağına çöker, kimisi hissettirmeden izler, kimisinin de güveni tamdır bu işlere hiç bulaşmaz; nasıl olursa olsun her ilişki sadakati ister. İstemesi de gayet doğaldır. Ama insan tek eşli kalabilir mi? Asıl sorun burada.
     CİSED’in (Cinsel Sağlık Enstitüsü Derneği) aldatma üzerine yaptığı bir anket var. Sonuçlar gerçekten çok ilginç. 5000 kişi katılmış ve %30’u partnerini en az bir kez aldattığını söylemiş. Kaç kez aldattınız sorusunun cevapları ise daha vahim. 16 ve üzeri seçeneğini işaretleyen insanlar var aralarında. (Ama çoğunluk 1-4 arası. Çok da vahim değil yani.) %60’ı eşini duygusal olarak aldattığını söylüyor ama işin ilginç tarafı %76’sı da duygusal ve cinsel aldatma arasında bir fark görmüyor. (Aklınızda netleşsin diye söylüyorum o %60, aldatanların %60’ı. Diğeri tüm katılımcılar.) Yalan yok ben de bir fark görmüyorum. Yani ister cinsel ister duygusal olsun aldatma varsa; bunun anlamı ilişkide bir sorun var demektir. Karşımdaki o sorunu çözmek yerine bana bunu yapıyorsa aldatmanın türünün ne olduğunun bir anlamı yok. Birini sevmesen bile ona saygı duymalı ve böyle bir şey yapmamalısın. Aldatılırsam da ilişkime son veririm, misilleme yapmak bana göre değil.
      Ankete göreyse aldatanların geneli neden olarak partnerinin ilgisizliğini, onu ihmal etmesini, dinlememesini, sevgisizliğini öne sürmüş. Benim ilgimi çekense %40’ının “çok doğal bir olay” seçeneğini işaretlemesi. Gerçekten hiç beklemediğim bir sonuçtu. Sadakat üstüne bunca laf eden, bunca eziyet çektiren varken böyle bir oran ilginç. Yani Türkiye’de kıskançlığı ayrı bir boyuta taşımış insanlar var. Kıskançlık olayını geçtim, böyle bir olayı doğal görecek kafayı nasıl buldular acaba. Tamam hormonlarımız var, cinsel dürtülerimiz var, duygularımız var ama irade diye bir şey de var. Bence ilişki bir çeşit perhiz. Ayrıca ilişki dediğimiz de yapay bir şeydir. Toplumun ürettiği tamamen yapay bir kavram içinde yaptığın yanlış bir eylemi doğal diyerek savunamazsın. Sonuçta ülkeden ülkeye değişen dinamiklere sahip kadın-erkek ilişkisi. Toplumun geneli neyi doğru, neyi olması gerek görüyorsa öyle yaşıyor insanların çoğu ilişkilerini. Doğal bir şey olsa bence evrensel olması gerekirdi.
      Asıl komik olansa katılımcıların %70’i sanal ortamdaki aşkları aldatma saymakta; bunun yanında %90’ı da aldatılmayı affedemeyeceğini söylemiş. %90; yani aldatanların bir kısmı aldatılmayı affedemiyor. İroniye bak. Kendi aldatırken sorun yok ama karşı taraf yapamaz. Tamamen çifte standart. Ayrıca affedemedikleri gibi; aldatan partnerini cezalandırmak da istiyor (katılımcıların %95’i). Hgani bu olayı sözde gayet “doğal” görenler. Bir de aldatanların %55’i sahip oldukları partnerlerinin daha güzel/yakışıklı olduğunu düşünüyor. Hoş duygusal aldatmanın yüksek oranını düşünürsek normaldir.
      Benim düşüncelerime katılmayan eminim çok insanlardır. Sadakate bu kadar önem vermek de doğru mu tartışılır tabi. Belki ileride düşüncelerim değişir. Hayat bana hangi dersleri verecek bakalım ama bu konuda yanılmayı gerçekten istemiyorum.
     
     “Köpek sadakatin sembolüdür. Onun için tasmasız çıkarmayız.” L. Sövény 
 
     Merak edenler için anket sonuçları: http://www.cised.org.tr/sayfa255.html

24 Ağustos 2015 Pazartesi

Olduğu Kadar...

    Belki okumuşsunuzdur; dün bir gazetede Hollanda’daki “muhteşem bir şey olan” bisiklet kullanımının yaygınlığı hakkında yazı vardı. Yok işte genç yaşlı herkes bisiklet biniyorlarmış, yok keşke İstanbul’da da böyle olsaymış, mış, mış. Ya bence de harika bir şey, ona bir itirazım yok ama Türkiye’de olmaz o iş. Hollanda dediğin ülke dümdüz, dağ tepe yok, tabi ki rahat rahat bisiklet sürersin orda. Türkiye’de ise her yer dağ tepe, tamam bisikletle yokuş aşağı inmek kolay da o yokuşun bir de çıkışı var onu napcaz? İstanbul’da, yedi tepeli şehirde, öyle yokuşlar var ki yürüyerek çıktığında bile tık nefes oluyorsun, bisikletle olsa yarı yolda kalırsın. Türkiye’de düz olan tek bir yer var, o da İç Anadolu bölgesi. Anca o bölgede yaygınlaşır o kadar.
    Asıl sorunsa bizim özentiliğimiz. Takmışız Avrupa’da şöyle, Amerika’da böyle. Yok şunları yapıyorlar onlar daha medeni falan filan. Sanki bütün koşullar aynı da biz özellikle yapmamayı seçiyoruz. Ülkelerin coğrafi özellikleri farklı, bütçesi farklı, insanları (eğitim düzeyi, gelir dağılımı vs.) farklıdır. Kabul edin artık orda “olabilen” bir şey burada “olamayabilir”. Tamam, yapabileceğimiz şeyler de var ama biz yapmıyoruz. Takmışız inşaata. Ama bu ana fikri değiştirmiyor. Beklentileri gerçekçi tutmamız lazım; eğer ısrar edeceksek, olması için kampanyalar başlatacaksak. Misal insanların imza topladığı bir site var (change.org), oradakiler iyiydi. Özgecan yasası, yeşil yola dur de, zaten pahalı kullandığımız internet için bir de adil kullanım bedeli olmasın, ve daha birçok konu hakkında imza topluyorlardı. İşte bunlar asıl uğraşmamız gereken konular bence.
    Size bir örnek daha vereyim. Ben bu yaz Arnavutluktaydım. Kuzeyden güneye doğru inmek için aşılması gereken dağlar var. O dağları aşmak için çok uğraşıyorsun. Bütün yollar virajlı, döne döne çıkıyorsun; döne döne iniyorsun. İçimden “bir tünel yapsaydınız ya şuraya, bu ne eziyet” diyordum. Dayanamadım Arnavut arkadaşıma söyledim (ufak bir serzeniş). Bana dedi ki “Ülke fakir, nasıl yapılsın ki. Dağın oyulması için işçi lazım, makine lazım, kısaca para lazım”. (Tam tamına böyle olmasa da yaklaşık böyle bir şey, hafızam o kadar iyi değil.) Bunun anlamıysa şu ülkelerinin durumunu, koşullarını biliyorlar. Çünkü ben dışında o yoldan memnuniyetsiz olan yoktu. Onlar için yol olması yeterliydi. Belki ileride ülke ekonomik durumunu düzeltse halk tünel isteyebilir, kimbilir. Ama şu an değil. Bence bu takdir edilecek bir şey.
    Neden biz bunu başaramıyoruz anlamıyorum. Hep uçuk hayallerimiz var. Hep en olmayacak şeylere özeniyoruz. Keşke şu özentiliğimiz yerine; ülkemizin dün ve bugününü karşılaştırsak, yarının dünden daha iyi olması için uğraşsak ne güzel olur. Eleştirdiğim şeyi galiba ben yapıyorum. Tarihi televizyon dizilerinden öğrenen bir toplumdan çok şey bekliyorum belki de. Benim isteklerim de uçuk, kanımızda var galiba.

21 Ağustos 2015 Cuma

Yaşamak Denen Bu Zahmetli İş

    Her insan doğup büyüdüğü bölgenin kültürüne göre yetişir. İstesek de istemesek de üzerimize siner. Böylece kişiliğe işlemiş bu kültürü, gelecek nesillere aktarırız. Sonuçta bütün o gelenek görenek korunur. (Değişebilir tabi ki ama bunlar küçük değişiklikler olur.) Sevsin sevmesin çoğu insan, yazılı olmayan bu kurallara uyar. Çünkü evrime göre bulunduğu ortama en iyi adapte olan yaşar, adapte olamayan da doğal seleksiyonla yok olur. Hayatta kalabilmek için başka çaremiz olmadığını düşünürüz.
    
    “İnsanların çoğu, kendileri değil başkalarıdır; düşünceleri başkalarının düşünceleridir; yaşamları başkalarını taklittir ve tutkuları ise alıntılardır.” Oscar Wilde   
   
    Gerçekten başka çaremiz yok mu? Toplumdan dışlanmamak, yaftalanmamak tabi ki çok önemli. İnsan toplumsal bir varlık. Kendimizi soyutlayamıyoruz. Ama insanlar laf edecek diye kendimizi, isteklerimizi kısıtlamak da o kadar doğru gelmiyor. Rol yapmak zorunda kalıyoruz. Yavaş yavaş kendi hayatımız üzerindeki kontrolümüzü kaybetmeye başlıyoruz (o kontrole hiç sahip olduk mu orası şüpheli). Ta ki hiçbir hırsımız, hayalimiz kalmayana dek. Artık kendi isteklerimiz doğrultusunda değil de ailemizin (toplumun) dediklerini yapan robotlara dönüşüyoruz.
 
    “Başkalarının düşüncelerine göre hareket edeceksek kendi düşüncelerimizin ne anlamı kalır.” Oscar Wilde 

    Küçük çocuklara bakın. Onlar istediklerini yapar. Ama biz sürekli onu yapma, bunu yapma, ayıp, günah diyerek törpüleriz. Cezalar veririz ki bir daha tekrarlanmasın o davranış. Tabi ki bazı davranışlar için gerçekten gereklidir bu (hırsızlık vs. gibi). Ama teyzeye/amcaya öyle denmez, o misafir çocuğu hep alttan al hakkını savunma (ki bu hep misafirliklerde yaramazlık yapıp evde ceza alma davranışına dönüşüyor, çünkü çocuk ona verilen bu özgürlük anın tadını çıkarmak istiyor tüm sonuçlara rağmen), arkadaşlarınla akşam bir yere çıkma, bunları giyme gibi daha birçok gereksiz kısıtlama da var. Sonuç ailesine yalan söyleyen gençler.

    “Bencillik, insanın istediği gibi yaşaması değil, başkalarını kendi istediği şekilde yaşamaya zorlamasıdır.” Oscar Wilde

    Bunlar her aile için geçerli değil elbet. İstisnalar her zaman vardır. Ama geneli böyle bence. Belki bunlardan bazıları değişti veya değişecek. Asıl sıkıntı burada başlıyor çünkü iyiye gitmiyoruz. Önemli olan, gerçekten gerekli olan değerlerimizi kaybediyoruz. Ama bütün gereksiz, saçma geleneklere de bir o kadar sıkı tutunuyoruz. Neden böyle yapıyoruz hiç anlam veremiyorum. Bunu da nerden çıkardın diyorsanız insanları/kendinizi dinleyin. Sürekli eskiden böyleydi, şöyleydi diye anlattıklarını dinleyin. Anlattıkları o kadar güzel ki. En azından çoğu. Gaz lambalarını geri istediğim falan yok. Ben sadece yaşanılabilir bir ülke istiyorum.

    “Yaşamak çok nadir rastlanan bir şeydir. Çoğu insan sadece var olur.” Oscar Wilde 

18 Ağustos 2015 Salı

Zevkler ve Renkler

    Gördünüz mü bilmiyorum ama internette bir kadının 18 ülkenin güzellik standartlarına göre fotoshoplanmış fotoğrafları var. Şimdi bunu konuya bağlayayım. Fotoların hepsine tek tek baktım. Ve gördüğüm şey şuydu: Evrensel bir güzellik yok. Nasıl ki ben brokoli sevmem sen bayılırsın, ya da o mavi rengi sever ben yeşil severim. Güzellikte böyle. Ben esmer severim, o sarışın sever, sen kumral. Bazıları yüze bakar, bazıları vücuda. (İnanmazsınız ama ben erkekte kirli sakal sevmeyen bir kızla bile tanıştım. Dokunduğunda sakal rahatsız ediyormuş). Bunları tabi ki siz de biliyorsunuz. Ama iş uygulamaya gelince işler neden öyle olmuyor? Sürekli “Ay bu adam/kadın buna nasıl bakmış, ne çirkin şey.” vb. cümleler kurmaktan kendimizi alamıyoruz. Daha kötüsü ise karşılaştırma yapmamız. “Duydun mu okuldaki/işyerindeki erkekler hep şu kızdan hoşlanıyormuş, demek ki erkekler şöyle kızlardan hoşlanıyor.” bir anda kendimize bir standart getiriyoruz. Ona benzemeye çalışıyoruz ya da onunla kendimizi karşılaştırıp çirkin olduğumuzu düşünmeye başlıyoruz. Tüm bunlar arasında en kötüsüyse “Neden ben anltsna brz .s”. Çok ciddiyim bütün ilişkileri baltalıyor bu. Çünkü kendimizi yetersiz görmeye o kadar alışıyoruz ki direkt kafamızda soru işaretleri oluşuyor.
    Bir de eski sevgililerle karşılaştırma durumu var, o ayrı bir boyut. Adam/kadın belli bir çizgi tutturmuşsa sıkıntı yok. İş daha kolay belli bir tipten hoşlanıyordur ve sen zaten o tipe uygunsundur. Kendine benzeyen insanlar görünce “hafif” bir kıskançlık yaşayabilirsin ama olsun o kadar. Bir de dikiş tutturamayanlar var. Bakıyorsun çeşit çeşit insan var mazisinde. İşte o zaman soru işaretleri yakanı bırakmıyor. Dış görünüş değil de iç güzelliğe önem veriyordur belki diyorsun. Ama bir bakıyorsun kişilik olarak da hiç alakası yok bu geçmişin hayaletinin seninle. Ve işte o an senin boka battığın an. Koşarak uzaklaş derim ben. Çünkü o andan itibaren sen kendini değiştirmeye çalışacaksın ve bunu başaramadığında (yaptığın her şey eğreti duracak çünkü) zaten varla yok arası olan özgüvenin tamamen yok olacak. Olur da o kişi seni bırakırsa sen enkazdan ibaret olacaksın. Tabi o insanda kişilik bozukluğu olduğuna karar verip bunca zaman kendine boşuna eziyet ettiğini de düşünebilirsin ve buna bir tecrübe olarak bakabilirsin. Bunlar senin elinde olan şeyler. Mantık ağır bassın yeter. Gerçek hayatta öyle olmuyor ben de biliyorum, teori de mümkün ama.   
    Size asıl tavsiyem; eğer değişecekseniz kendi zevkinize göre değişin. Demek istediğim etek giyenler size göre güzel mi gidin bir kaç etek alın; zayıf olunca daha mı güzel hissedeceksiniz spor yapın, diyet yapın; kaslı olmak daha mı iyi sizce o zaman ağırlık çalışın. Emek harcayın kendinize ama sadece kendi zevkiniz için, aynaya baktığınızda gördüğünüz şeyi beğenmeniz için yapın bunu. Sizin zevklerinize sahip insanlar vardır elbet. O kişiler de sizi güzel/yakışıklı bulacak çünkü siz de kendinizi öyle görüyor olacaksınız.
    Unutmayın eğer siz kendinizi sevmeye layık bulmuyorsanız; başkasından da bunu bekleyemezsiniz.

16 Ağustos 2015 Pazar

MİSOGYNE

    Misogyne; fransızca kökenli bir kelime, anlamıysa kadın düşmanı. Şok etkisi yaratmak için de şunu söyleyeyim en gerçek MİSOGYN'ler aslında kadınlardır. Birisi bana şunu demişti "Bugünün hanımefendileri, dünün orospularından daha orospu". Bunu söyleyenin cinsiyetini tahmin edin. Ah zor olmadı değil mi? Tabi ki bir kadın; ay pardon bir miso. Dünyanın her yerinde aynı mantık işliyor ve ne yazık ki bunu cesaretlendirenler de kadınlar, erkekler degil.
    Kusura bakmayın beyler ama siz de masum değilsiniz. Genel olarak sizin de hayatınızdaki rol-modeller anneleriniz. E doğal olarak anneniz gibi olmayan kadınlara bakış açınız; annenlerinizin, ablalarınızın ya da kıskançlık duygusunu fazlasıyla yaşayan "hanım" arkadaşlarınızın etkisi altında kalıyor. Sonuç ne oluyor? Orospu modelleri çıkıyor ortaya (misolar sağolsun). Boşanan kadın orospudur, çünkü kadın misolar diyor ki "Ben de çok zorluk çekiyorum ama bak ailemin yanındayım, çocuklarıma analık yapıyorum.". Ya bir gidin, eğer analık yapmak istiyorsan illa evli olman lazım değil ki. Belki de o yapabiliyor, sen yapamıyorsun. Ya da belki sen ondan bin kat güzelsin, akıllısın ama maalesef gücün yok. O da kadın sen de kadın ve onun hayatı düzeldi diye orospu olmuyor o, sevgili misocum.
    Başka orospu modeli de sokakta cesur bir elbise giyen kadın. Şaka gibi değil mi? "Aaaa ne ayıp bizde de var vücut ama sergilemiyoruz." diyorsunuz, dedikodusunu yapıyorsunuz. Pardon da bu tercih meselesi sonuçta; sergiler sergilemez sana ne? O sana diyor mu "Neden o pantolonu giydin?" diye? Ay şimdi sizin özrünüz de hazırdır değil mi? "Erkekler öküz gibi bakıyor, hem ona evlenilecek kadın gözüyle bakmazlar ki!" diyorsunuz içinizden; ama eğer ki sizin orospu dediğiniz bir kadın, sizden iyi bir evlilik yaparsa "Ay orospuya bak, kimbilir neler yapmıştır elinde tutabilmek için?" dersiniz.
    Ha bir de ergen misocanlarımız var piyasada. Onlar da mahalle köşelerinde zengin sevgilisi olan sözde arkadaşlarını çekiştiriyorlar. "Kesin yatmıştır, kesin ağzına almıştır, kesin şu, kesin bu..." hiç bi bok bilmeden yorum yapıyorlar. Sonra erkekler pis, erkekler kaka; ya bir gidin. Meydanlarda kadın haklarını savunmakla iş bitmiyor; asıl bir an önce içinizdeki misogyne'i öldürün.
    İmza, bir kadın.

15 Ağustos 2015 Cumartesi

İlişki Oyunu

   Bir bakışla başlar her şey bazen, ne olduğunu anlamazsın neden böyle hissediyorum ki dersin. Sonra ilk mesajlaşmalar, ilk günaydınlar; uyanma nedenin o oluvermiş. Elini telefona uzattığında ilk ondan mesaj var mı diye bakarsın, varsa zaten o gün senden mutlusu yok. Kendini ağırdan satarsın ki seninle ciddi düşünsün, kurallar bunlardır ya, raconu budur bu işin. Nedeni ise basit sen onu seçmişsindir, hayal kurmaya başlamışsındır, onun da senin olmasını istersin. Kalbinin delice çarpmasına, içinden binlerce kez boynuna atlayıp ona sarılma isteğine "bir sus be, bir dur " dersin. Sana her baktığında bir kez daha âşık olursun ona, öyle içten bakar (ya da anın etkisiyle sen öyle olduğunu sanırsın). Sonra sana der ki “artık ben varım”, elini tutar gözlerinin içine bakar ve işte mutlu son… Öper seni, öyle bir heyecan yoktur, için kıpır kıpır ayrılmak istemezsin yanından. Ama aslında bilmezsin ki o senin mutlu son dediğin sadece bir başlangıç.
   İstisnalar var tabi, biz onlara (halk arasında) mutlu insanlar diyoruz ama genelde o son dediğimiz şey uzun ve yorucu bir sürecin başlangıcıdır. Zaman geçer ve acabalar başlar, flört döneminiz bitmiştir ve artık ilgi de azalmıştır. Sonuçta ne gerek var ki artık onunsunuz. Ama işin aslı öyle değil ki...
   Bir kadın her seferinde tavlanmalıdır. Bir kere değil, her seferinde. Ama genel olarak öyle olmuyor. Günümüzde hem kadın hem erkek ilişkide sıkılmanın normalliğine inandırmış vaziyetteler kendilerini, “insanız, sıkılırız” diyorlar. Şimdi söyleyeceklerim erkekler için, tabi altyapıyı kadınların çözmesini bekliyorum (geleceğin anneleri olarak).
   Küçükken, geleceğin erkeği oyun oynar (her çocuk gibi). Yeni nesli düşünerek örneğimde bilgisayar oyununu kullanacağım. Bir bilgisayar oyununda basamaklar (ya da leveller fark etmez) vardır dimi? Hemen en üst basamağa atlayamazsın. "Eeee ne diyor bu yaa ?! " diyorsunuzdur şimdi muhtemelen, biraz sabır. Eğer en üst kademeye birden bire ulaşırsa o çocuk bocalar, oyunun zevki kalmaz. Ya da şu açıdan bakalım; seni birden bire patron yaptılar, hiç bir deneyimin, tecrüben yok, şirketi batırma riskin daha yüksek değil mi?
   Erkekler size sesleniyorum; “Anladınız mı demeye çalıştığım şeyi?”.
   Şimdi de anlayanlara sesleniyorum; “Bu oyun olayını çözdüyseniz nasıl olur da bir kadının ruhunu çözemiyorsunuz?”.
   Bir kadını seninle olmaya ikna etmek, hatta belki seninle yatmaya ikna etmek, sadece bir adımdan ibaret. Ve kadının yatak odası sizin için sadece bir bekleme salonu, bunu fark edin. Çoğunuz orda kalakalıyorsunuz. "Oyundaki" basamağı atlayamıyorsunuz. Sadece o odada kalıyorsunuz (Oysaki daha oyunu kazanmadınız ve atlamanız gereken birçok level daha var). Anlamanız gereken şey kadın aslında 1000 kapılı bir saray gibi, kapıları kapalı bu sarayın. Her odada hatıralar, korkular saklı, unutulmamışlıklar saklı, istekler, arzular saklı, mutluluklar, hayaller saklı. Eğer sen erkeksen, bir kadını sadece flört döneminde tavlamaman gerektiğini anlaman gerekiyor. Eğer o kadını gerçekten istiyorsan 1000 odadan sadece biriyle yetinmemen gerekiyor. Yok sadece seninle yatmasını istiyorsan eyvallah, bu kolay. Bir yatak, bir ambiyans, anlık yalan sözler yeter. Veee işte istediğin "mutlu son". Ama o kadının sana bağlanmasını istiyorsan, vazgeçilmezi olmak istiyorsan, sadece seks partnerin değil de arkadaşın (yol arkadaşın) olmasını istiyorsan; her adımda onu tavlamalısın. O 1000 kapının 1000’ini de açana kadar...
   Şimdi düşünmeye başladın mı? Sen hangi basamaktasın? Son levele kadar çıkıp bu oyunu kazanmak istiyor musun? Ya da bu oyunun hangi basamağında kalmak istiyorsun? Ama şunu unutma bekleme odasında kaç yıl kalabilirsin ki? Sonunda kadın yorulur, tükenir, vazgeçer, beklemez. Ve sen de çıkış kapısının anahtarını bulmuş olursun anca...

Hayaller - Hayatlar...

   Daha gerçekçi şeyler hayal etmeye başladığında büyümüşsün demektir. Çocukken kurduğum hayalleri düşünüyorum da kahkaha atasım geliyor. Hani derler ya çocuk aklı diye tam ondan işte. O kadar uçuk, o kadar saçma ama bir o kadar da güzel.
   Ben yüksek inşaatlar gördüğümde onların tepesine çıksam bulutlara değebileceğimi sanan bir çocuktum. Bulutların da pamuk helva gibi bir şey olduğunu düşünürdüm. Sonra su buharını, yoğunlaşmayı, atmosferi falan öğrettiler. Ve benim hayallerim bir anda son buldu. Çünkü artık bilim vardı. Gerçekler vardı. Ve realizm beni ele geçirdi.
   Benim yaş grubumdaysanız Harry Potter’la büyümüşsünüzdür. Hangimiz bir baykuşun kapımıza mektup bırakmasını istemedi ki. Şimdiyse o filme sadece sinematografik açıdan bakıyorum. “Vay be bunun Yüzüklerin Efendisi’yle ne ortak yönü varmış, Rowling baya esinlenmiş” vb. cümleler kuruyorum.
   Ve bu gerçek canımı acıtıyor. O eski küçük Delirium’u özlüyorum arada. Evet belki daha saftı ama daha mutluydu, daha umutluydu. Büyümeyi ben istedim ama benim hayalimdeki büyümek böyle değildi ki. Sanıyordum ki büyükler istediğini yapar. Ama yapamıyormuş. Büyüdükçe sorumluluk artıyormuş, para derdin oluyormuş, zaman problemmiş, vaktin yokmuş her şey için, beklentilerin azalıyormuş ve daha bir çok şey. Bunlar arasında en kötüsüyse acılar da değişiyormuş, canını daha fazla yakıyormuş ama artık ağlayamıyormuşsun. Gözyaşlarını kendine saklıyormuşsun. Oysa önceden annene oyuncak için döktüğün gözyaşları vardı. Ve annen bu gözyaşlarına dayanamaz alırdı o oyuncağı. Mutsuzluk ve mutluluk arası geçiş bu kadar basitti. Tekrar gülümsemek için 1-2 saatin geçmesi yeterliydi. Artık gerçekten gülümsediğim zamanlar bir elin parmaklarını geçmez. Ama hep sahte gülümsemem hazırdır. Ne demiş Cemal Süreya “ Sen bakma bu kadar hüzünlü şeyler yazdığıma, ben çok gülerim. Ve gülerken hiç kimse yalan olduğunu anlayamaz.”. Belki de ikiyüzlüyüm bu konuda. Ama hangimiz değiliz ki.
   Artık hayallerim iş, aile, orta halli bir yaşam. Zengin olmayı bile düşünmüyorum. Eskiden en azından sayısal loto oynardım artık onu bile yapmıyorum (Matematikte olasılıkları öğrenince). Belki bilgim artıyor, kültürlü oluyorum, sohbetim iyidir ama umudum yok. Geleceğe dair, büyük işler başaracağıma dair hiç umudum yok.
   Yine fazla depresif oldu sanki. En azından günlüğe çevirmedim (değil mi?). İçindeki çocuğu öldürme diyen o klişelere sesleniyorum: Bu insanın elinde olan bir şey değil. Büyümenin ve bilginin attığı kesikler kanıyor. O çocuk yavaş yavaş kan kaybından ölüyor her halükarda.
   Küçük Delirium’u anma törenimiz burada bitmiştir. Herkese eğlenceli hayatlar dilerim.

13 Ağustos 2015 Perşembe

Bir hikayem var...

Her insanın bir hikâyesi vardır, benim de hikayem var. Tanıtayım kendimi. 22 yaşındayım, hoş yaşın kaç diye sorsalar bana 30 falan derim, yordu hayat beni. Hayat değil de aslında bu mücadeleden yoruldum, şimdi diyeceksiniz ki ne yaşadında yoruldun bu kadar? Bazılarınıza göre hiçbir şey bazılarınıza göre çok şey. Hepimiz hayatta ne isteriz; ailemizin bizimle gurur duymasını değil mi? Ben de bunu istedim ama olmadı bir türlü bunu beceremedim. Haa boş gezenin boş kalfası değilim merak etmeyin. İstanbul'da tıp okuyorum ben. Başarılı bir lise hayatım, diplomalarla dolu bir odam var ama nedense bu yetmedi. Hayallerimin ve ailemin karmaşıklığından kurtulmak için İstanbul'a geldim. Buna bir nevi kaçış diyelim, her şeyi sıfırdan aldım. Orda nasıl bir hayatım mı vardı? Vallahi her öğrencinin hayalini kurduğu bir hayattı benimkisi; altımda arabam cebimde param. Ama mutlu değildim be. Buraya da mutlu olurum diye geldim umutsuzluğa düştüm. Şimdi kesin bize ne senin umutsuzluğundan da hayatından da diyorsunuz. Yok demeyin öyle, ben yazmayı severim. Hoş Türkçede biraz sıkıntılarım var; Türk değilim ben yabancıyım. Ama yazmayı severim, beni rahatlatır. Sevilmek istedim ben; gerçekten karşılık beklemeden sevilmek. İnsan bunu sadece annesinden görebilir neyin kafasını yaşıyor bu, dediginizi duyar gibiyim. Haklısınız ama ya annesi de bunu ona gösteremiyorsa. O zaman başka sevgilerde teselli arar insan. E ben de o da olmadı... Tutundum bir dala; ama o dal beni yağmurdan yağmura fırtınadan fırtınaya sürükledi. Ben savruldum, tükendim yoruldum. Güçlü bir insanım, yıkılmam, hala dik dururum ben ama yoruldum be. Bu yazıyı böyle yazmak istemedim azıcık kafam güzel ama olsun yazdım gitti. Devamı da gelecek merak etmeyin ve hayat hikayemle de sıkmıycam sizi, başka şeyler konuşucaz bu sadece tanıtım. Haydi ben kaçar, öptüm.

11 Ağustos 2015 Salı

Bir yerden başlamak lazım...

   Bir başlasam gerisi gelir diye umuyorum çünkü blog yazmak düşündüğümden zormuş. İşte böyle durumlarda tek düşündüğüm "gaza gelmemeliydin delirium". Hayır yani neyime güveniyorsam.
   Herkese merhaba (muhteşem giriş (!)).
   Her şeyin lafta kolay olduğunu bir kez daha anladığım günlerdeyim. Yazın şunu şunu yaparım, blogta şunları şunları yazarım, vs. Sonuç yaz tatilim kıç devirip yatmak ve tv-telefonla beyin hücrelerimi öldürmekle geçerken bari bir şeyler yazayım dediğim anlar şeklinde geçiyor. Oysa bende ne planlar vardı. Ruhum tembel napiyim? İnsan böyle olunca atom karınca gibi ortalıkta dolaşanlara da imrenmiyor değil. Ya o kadar enerjiyi o kadar zamanı nerden buluyorsunuz anlatsanıza biraz. Tamam aslında çok imkanım yok (Fakirim). Hani gel birlikte yapalım deseniz yapamayacağım ama yani göz hakkı diye de bir şey var. Yazık günah bana. İnstagramı lütfen tatil aktivelerinizle değil de dandik (sözde çok derin çok anlamlı) sözlerle doldurabilir misiniz?
   Zorlama yazı bu kadar oluyor. Aslında istediğim şen şakrak, mizahi yönü ağır basan yazılar yazmaktı. Ama şu anki ruh halim buna müsaade etmiyor. Ne kadar istesem de olmuyor. Öfke patlaması yaşadığım, sinirimi çıkardığım yazılar da yazmak istemiyorum. Arafta kaldım. Tabi neden şimdiyi zorluyorum ki. Sinirimin geçmesini pekala bekleyebilirim.Sıkıntı şu ki sinirimin kaynağıyla birlikte yaşıyorum. Kendisi aslında mükemmel bir hayat sürecekti ama hep başkaları mahvetti hayatını, onun hiç suçu yok, o sadece masum bir kurban. Gerizekalı ya. Yaptığın hataların, yanlış seçimlerinin faturasını da bana kesiyor. Oh ne ala memleket. İnsanlar etkileşim içindedir. Tamam birlikte yaşıyoruz, ortak kararlar almak zorunda olduğumuz zamanlar da oldu. Ama tüm yanlışlarını benim ve ailesinin üstüne yıkamaz. Yok öyle bir dünya. Ona her şey altın tepside sunulmalıydı. İstedikleri için çabalamak diye bir şey yok. Bu anca filmlerde masallarda olur.Biz gerçek dünyada yaşıyoruz. Ve ayaklarının yere basması, gerçekçi olması gerek. Ama bir türlü olgunlaşamıyor, sürekli şımarık küçük bir velet. Neyse sakinim.
   Başlamak bitirmenin yarısı derler, ben başladım (Umarım bitmez). Zaman geçtikçe daha iyi ve istediğim gibi yazmayı umuyorum (Umut etmekten başka bir şey yaptığım da yok). Görüşmek üzere ;)